31 Aralık 2011 Cumartesi

elveda 2011

2011'in son yazısı, vay be bu yıl da öyle böyle bitti. Yeni bir iş, yeni bir ev, yeni bir aşk üçlemesini gerçekleştiremesem de güzel bir yıldı hakkını yemeyeyim. Hep istediğim Turkcell'de işe başladım, karanlık zemin kattaki evimizden sonra 6.katta, havadar, güneş gören, balkonu olan, sitede, güvenlikli bir eve taşındık. İnşallah 2012 daha da güzel olacak, herşey tamamlanacak. Herkes için sevdikleriyle sağlıklı, mutlu ve huzurlu güzel bir yıl diliyorum. Keşkelerin olmadığı bir yıla...

25 Aralık 2011 Pazar

will you marry me?

küçük ayaklı kızlar

Bugün kutsal bilgi kaynağımızda dolaşırken rastgele konu başlığından 'küçük ayaklı kızlar' denk geldi. Küçük ayaklı kızlar hep daha çekici gelmiştir bana o yüzden bi okuyayım dedim yorumları. Neyse iyi hoş okurken Çin'de kızların küçük ayaklı olması için yapılan işkencelerle ilgili yazıları okuyunca nette araştırdım ve aşağıdaki gibi resimler buldum. Sabah sabah çok iyi geldi doğrusu. Bu nasıl bir zihniyettir anlamadım. Sağlık açısından zaten mahvetmişler kadını bir de estetik olucak diye yapılan şey daha itici yapmış bence. Allah akıl fikir versin diyorum.


17 Aralık 2011 Cumartesi

elleri ellerime

Sözleri kısacık ama dinledikten sonra etkisi uzun sürüyor. Gerçekten böyle sevebilmek ve hissetmek istiyorum.

seni gördüm göreli
şaşırdım, dolaşırım bir başıma
seni bildim bileli
kaçırdım şu aklı başımdan

elleri ellerime
gözleri gözlerime
saçları saçlarıma
karışan bir sen olsan


9 Aralık 2011 Cuma

Trois Couleurs

Uzun süredir film izleyememekten dert yanarken yönetmen Krzysztof Kieslowski'nin Trois Couleurs (Üç Renk) üçlemesini izledim, yorumları okudum ve blogumda paylaşayım istedim. Üçlemede Fransa bayrağının renklerini simgeleyen hürriyet(mavi), eşitlik(beyaz) ve kardeşlik(kırmızı) ilkeleri anlatılıyor. Yakın çekimler ve farklı kamera açıları ile size birşeyleri göstermesi yönetmenin ustalığını kanıtlar nitelikteydi. 3 filmde de adını veren renkler tüm ortamlarda kusursuz işlenmişti. Üçüne de kısaca bakacak olursak;

Mavi:
 Juliette Binoche, kocası ve çocuğunu bir kazada kaybediyor. Hastanede intihar girişimi sonrasında 'yapamadım, özür dilerim' derkenki hali ve yüz ifadesi beni en çok etkileyen sahnelerden biri oldu. İntihar etmeyi bile beceremiyorum, istemesemde hayata tutunmak zorundayım der gibiydi. Nitekim kendince yeni bir hayata da başladı. Geçmişinden kurtulmak için geride bıraktığı her şeyi sattı, kocasının bestelerinin çöp kamyonunda parçalanışını izledi, kızından geriye kalan şekeri şiddetle yedi. Fakat acılarından kurtulmasının tek yolu geçmişi ile bağlarını koparması değil, acısı ile yüzleşmesi gerektiğiydi. Filmin etkileyici sahnelerinden diğeri de duvar örülü yolda birden elini duvara sürterek yürümeye başlaması, acısını bu şekilde ifade ediyordu.

Beyaz:
 Eşitliği aslında filmin en başından eşitsizliklere yer vererek anlatıyor. Kahramanımız Karol, mahkemeye eşinin açtığı boşanma davasına giderken gökyüzündeki güvercinlere hayranlıkla bakıyordu, birden güvercinler Karol’un üzerine pisledi. Mahkemede lehçe tercüman kullanmak zorunda oluşu da baştan kaybedişine işaretti aslında. Hayran olduğu karısı Dominique o kadar soğumuş ki kalacak hiçbir yeri olmamasına rağmen kocasını kuaför salonundan bile kovdu, hatta kocasının gitmesi uğruna kuaför dükkanını ateşe verdi. Bu soğumanın altında yatan neden ise Karol’un iktidarsızlığı. İnsan en çok zararı sevdiklerine verir cümlesi bu filmde iyi anlatılıyor. Filmin başında bozulan eşitsizliği eşitlemek için yıllarca uğraşan Karol çok zengin ve çok güçlü bir kişi olup Dominique’den öç alır.

Kırmızı:
 Üçlemenin son filmi ve kardeşlik ayağı, ve sanırım en ilginci. Rastlantı teması işleniyor bu filmde, finalde üç film birleşiyor. Valentine'in sevgilisi ile olan iletişim kopukluğu ve güvensizliği film boyunca yapılan birçok telefon görüşmesinde gözünüze sokuluyor. Valentine ile komşularının telefonlarını dinleyen ama komşularına iyiliklerde bulunan ilginç bir emekli hakimin yaşadıkları üzerine kurulu senaryo. Emekli hakim ile de köpeğine çarptığı zaman tanışıyor. Kısaca şu söylenebilir, hiçbirşey tesadüfen olmaz.

30 Kasım 2011 Çarşamba

sevindirik olmak

Pegasus'tan gelen mail ile bir aydınlanma oldu bende. Mart'ta yurt dışı uçuşlarında indirim varmış. Arkadaşın yapmış olduğu Viyana - Prag - Budapeşte - Bratislava turuna katıldım hemen. Bir heyecan kapladı şimdiden sevindirik oldum. Gezmek ne güzel bir şey :))

hahah iyimiş =)

28 Kasım 2011 Pazartesi

Bağlanmayacaksın

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. 

"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. 


Demeyeceksin işte. 

Yaşarsın çünkü. 

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. 

Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. 

Ve zaten genellikle o daha az sever seni, 

Senin o'nu sevdiğinden. 


Cok sevmezsen, çok acımazsın. 

Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. 

Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini... 

Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. 

Senin değillermiş gibi davranacaksın. 

Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. 

Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. 

Çok eşyan olmayacak mesela evinde. 

Paldır küldür yürüyebileceksin. 

İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, 

Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. 

Gökyüzünü sahipleneceksin, 

Güneşi, ayı, yıldızları... 

Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. 

"O benim." diyeceksin. 

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin... 

Mesela gökkuşağı senin olacak. 

İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. 

Mesela turuncuya, yada pembeye. 

Ya da cennete ait olacaksın. 

Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. 

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de 

hep senin kalacakmış gibi hayat. 

İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak... 


CAN DÜNDAR

21 Kasım 2011 Pazartesi

hayat paylaşınca güzel

tüm paylaşamayanlara gelsin. blogumda da dediğim gibi mutluluk da paylaşıldığında gerçektir sadece.

11 Kasım 2011 Cuma

ouzo

Ve geldi çattı Yunanistan'dan getirdiğim ouzo'yu içme vakti. Arkada da Zeki Müren çalıyor...

11.11.11

Nümerolojiye merakı olanlar ve batıl inancı olanlar için mükemmel bir evlilik tarihi :) 11.11.1111'de evlenenler kadar mutlu olamayacaklardır orası ayrı :) Ben de nüfus cüzdanımı 06.06.06'da çıkartmıştım, şeytanın rakamı 666 =)

31 Ekim 2011 Pazartesi

+-*/

bu saate kadar çalıştıktan sonra bu videoyu izleyince garip bir şekilde huzur kapladı içimi bir yandan da sözlerini okuyunca koydu. huzur, mutluluk, melakoli, bla bla...

a man without love

23 Ekim 2011 Pazar

Yunanistan Macerası - Part III

Mykonos kesinlikle yetmemişti. Bir gece daha burada kalmalıydık ama gitme vakti gelmişti :( İstikamet Santorini'ydi şimdi. Feribotun gelmesini beklerken İzmirli bir çift ile karşılaştık. Baba parası yiyen tiplerdi. Neyse feribot geldi Allah'tan bu yolculuğumuz çok uzun değildi. Limana vardığımızda otel sahipleri bizi kapmak için savaş verdi resmen :) Mülayim bir amcanın otelini seçtik. Karısı bizi gün batımını izleyip fotoğraf çekilebilmemiz için bir yere götürdü. Klisenin kenarında bir yerdi, düğün falan da vardı hatta. Güneş batana kadar fotoğraf çekildikten sonra etrafı gezmeye başladık.
Daha sonra Oia'ya gittik. Her yer bembeyaz ve mavi sadece. Mükemmeldi hayran kaldık. Gece fotoğraflarını çektik ama gündüz de kesinlikle gelinmeliydi. O yüzden ertesi gün tekrar buraya gelip bir sürü fotoğraf çektik. Daha sonra Santorini de denize giremediğimiz için havuza gidelim bari dedik. Biraz fazla kalmışız, Atina'ya dönüş feribotunu kaçıracaktık neredeyse :)

Veee işte o kabus başladı 8 saat yol gittik :( Bu tatilin en kötü yanı feribotlarla gidişti kesinlikle. Gece 12 gibi vardık Atina'ya ama durmak yok tabiki de. Direkt cluba götürdü Eliza bizi. Sahil kenarında yine güzel bir mekana. Burada çok değişik shotlar denedik. Sonrasında Eliza'lara kalmaya gittik. Veee maalesef tatil bitmişti :(( Kalktık son bir hediyelik eşya alışverişini de yapıp hava alanına doğru yol aldık.
Özetle Yunanlılar iyi insanlar, Mykonos çok çılgın bir yer, Santorini romantik bir yer, Atina hiç başkent havasında olmayan güzel bir yer diyebiliriz...

Yunanistan Macerası - Part II

Yorucu ve sıkıcı feribot yolculuğundan sonra hostele gitmek üzere limandan kalkan sevise bindik. Santorini de karşılaştığımız boyunlarına kadar vücudunun her tarafı dövme olan 2 genç, Atina'da karşılaştığımız Arjantinli Maria Elena ve İspanyol David de ile birlikte hostele doğru yol aldık. Maria Elena ve David ile aynı odada kaldık hatta.
İlk günü, hostelimize adını veren Paraga Beach de güneşin ve denizin tadını çıkararak geçirdik. Deniz resmen havuz gibi hayran kaldım. Akşama doğru ada merkezine gittik, çarşıda dolaştık. Ada zaten çok turistik olduğu için bir sürü dükkan, hediyelik eşyacı, restoran vb. var. Pizzacıya gittik ve orada domuz eti yedim sanırım :( Adama sordum değil ama beğenmediyseniz çıkarabilirsiniz dedi inanmadım haliyle sonra yemedim. Önce Tropicana Beach'e sonra da Pradise Club'a gittik. Tropicana'da insanların çılgınca danslarını gördükten sonra bir şaşırdık haliyle. Adam gece gece slip mayo ile koşup denize girip ıslak ıslak dans ediyordu. Gay mi yoksa gay ayağına yatıp kızları mı götürüyorlar emin olamadım. Buradan sıvışıp Paradise Club'a geçtik ben burada uyudum resmen =) Yolda uyuyamamışım yorgunluk yüzme gezme derken vücut yeter dedi :P Azcık oynayıp sonra hostelimize gittik.
Ertesi gün, direkt Paradise Beach'e gittik tabiki =) He dibimizdeki yere gitmek için yanlış yöne gitmişiz o ayrı. Dağları taşları aştık resmen gidebilmek için :) Mojitolar eşliğinde yine muhteşem denizin tadını çıkardık. Saat 4-5 gibi olduğunda da dansçı kızlar sahneye çıktı. Bir süre sonra da ünlü filli djleri Sasa ve iki gay dansçı çıktı =) Bunlar geldikten sonra herkes kopmaya başladı. Gördüklerim karşısında dudağım uçukladı (cidden uçukladı ertesi gün :)) Başımıza taş yağacak diyorlar ya eğer oraya yağmazsa hiç bir yere yağmaz diyim siz anlayın gerisini =)
Duş almak için hostele gittik, tekrar buraya geri döndüğümüzde çılgın eğlence bitmişti maalesef. Bizde merkeze gittik. Gezdik bir kaç hediye falan aldık.

Yunanistan Macerası - Part I


Çınar'dan görüp kıskandım, bende yazmalıydım artık ve yazıyorum işte nasılmış bakalım Yunanistan maceramız =)
Mart ayında biletlerini alıp hayalini kurduğumuz gezi öncesinde Yunanistan'ın ekonomik krize girmesi ve olayların çıkması canımızı sıksa da çok süper bir geziydi. Pazartesi günü 17:30 gibi Atina hava alanına vardık. Oradan metro ile kalacağımız hostele doğru yol aldık. Çok gelişmiş ve büyük metro ağı var şehirde takdir ettim. Hostelimiz Omonia Square denilen bir alana yakındı. (Birazcık pislik bir yermiş, bizim Tarlabaşı gibi herhalde) 20:30'a kadar dinlenip Monastiraki'ye gittik. Çınar'ın arkadaşları Eliza ve Chrysa gelene kadar bir etrafı dolaştık. Geldikten sonra bizi bir restorana götürdüler, yunan kebabı souvlaki ve fırında pişirilmiş ufak ufak patatesleri peynirli bir sosa batırıp yedik, iyi not verdim ;) Yemeğin ardından kendimizi Atina sokaklarına attık. Bir başkentin yazlık bir mekanmış gibi oluşu çok hoşuma gitti. Dışarıda masalar, millet yiyor içiyor, birde Akropolis'i gece ışıklandırmışlar, mükemmel bir manzara var. Atina'nın barlar sokağına gittik, Alex ve Chrysa'nın sevgiliside geldi yanımıza, tüm gece çok ucuza limon suyuyla ouzo içtik :) Eliza bana yunanca kelimeler öğretti. Yunancamla herkesi kırdım geçirdim :) Küfür bile biliyorum ;)
Ertesi gün Eliza bizi gezdirecekti. Metroda hangi yöne bineceğimizi kendi aramızda konuşurken "Nereye gitmek istiyorsunuz?" diye bir soru geldi yan taraftan. Nasıl sevindim anlatamam. Yunan amcanın konuşması çok güzeldi :) Kahvaltı ettikten sonra Eliza rehberliğinde müzeleri ve Akropolis'i gezdik. En büyük müzenin tabanı cam kaplı oluşu çok hoşuma gitti. Yürüdüğün yerin altındaki kalıntıları da rahatça görebiliyorsun. Kalıntılar Türkiye'dekilerden çok daha sağlam, çoğu dimdik ayakta duruyor. Daha sonra Syntagma Meydanı'na gidip parlamento binasını ve önündeki garip kıyafetli Yunan askerlerini gördük. Buradan hostele gittik geceye hazırlanmak için :)
Gece Alex'in doğum günüydü. Buradaki Reina gibi bir yere gittik herhalde, sahil kenarında süper bir clubtı. Eğlenip içip hiç para ödemedik. Alex ödeyecekmiş. Orada bir sürü Yunanlı dostlarımızla tanıştık. Hepsine muhteşem Yunancamı gösterdim, çok eğlenceliydi. Onlar bizim Türk olduğumuzu öğrendiğinde ise direkt "Ezel" diyorlar, koptum resmen ben hiç izlemedim elin yunanı biliyor :) Birde hepsi "You look like Greek" dedi bana :) Club çıkışı birşeyler yemeye gittik, oradan da Eliza bizi Mykonos'a feribotumuzun kalkacağı limana bıraktı. Atina'yı ve Yunanlıları çok sevmiştim. Feribot yolculuğu çok yorucu ve sıkıcıydı :( Uçaktan başka ulaşım yöntemi bana göre değil sanırım.

15 Ekim 2011 Cumartesi

hafta sonu çalışmacası

Bugün bu saatte hala Maltepe plaza da preprod run'ı geçmekteyim. Şirkette yeni olmama rağmen sorumluluklarım gittikçe artıyor, gerek bu run'ı geçebileceğime inanmaları, gerek bir projede proje yöneticisinden sonra en yetkili kişi olarak atanmam. İyi birşey bunlar tabi, güvenilmek güzel de beraberinde stres ve yorgunluk da getiriyor. Allah'tan çok şanslıyım ki yaptıklarımı gören, takdir eden, benim ön plana çıkmamı isteyen bir yöneticim var. Geleceğim için çalışacağım artık hafta sonu da olsa.

27 Eylül 2011 Salı

böcük ısırığı

Sivilce ve siyah nokta sıkma hastalığımın kurbanı oldum :( Cumartesi günü omzumun alt tarafında fark ettiğim kızarıklık ve şişliğin sivilce olduğunu zannedip sıktım amma velakin değildi. Böcek ısırmıştı sanırım. Sonra o kızarıklık büyüdü ve acımaya başladı. Dün işte doktora göstermeye gittiğimde enfeksiyonu sıkarak daha da yaydığımı, burada ısı artışı da olduğunu söyleyip o yüzden antibiyotik verdi. Pazar günkü halsizliğimin sebebi de bu nalet  şeydi sanırım. Merhemi sürdüm iyi geldi, antibiyotiğe de başladım. Çarşamba tekrar görmek istedi, bakalım o zamana kadar iyileşme ne kadar olacak...

25 Eylül 2011 Pazar

Anadolu Ateşi

Arkadaşımdan duyup hemen biletini alıp cuma gecesi Harbiye'de izlemeye nail olduğum on numara dans grubu. Gösteri tek kelimeyle muhteşemdi. Gösteriyi genel olarak ağzınız açık izliyorsunuz, hiç sıkılmadan. Dansçılar adeta tanrılaşıyorlar sahnede. Ortalık sallandı resmen onlar o şevkle, heyecanla ve senkron bir şekilde gösterilerini sunarlarken. Böyle bir grubun dünyanın her yerinde ülkemizi temsil ediyor olmasından da gurur duydum, bir dolu insanın ayakta ve uzun süre sizi alkışlaması ne büyük bir gururdur onlar için. Tabi ne oluyor bunun sonunda sizin içinizde de fırtınalar kopuyor, gaza gelip bende onların içinde olabilsem keşke diyorsunuz :) Gideceğim ama bende dans kursuna ;) İlerde çocuğum olduğunda da kesinlikle dans kursuna gitmesini destekleyeceğim...



18 Eylül 2011 Pazar

yalnız

Yalnızlık ile ilgili 22 tane türkçe ve ingilizce şarkıdan oluşan playlist çalmaya başladı. Neden bu liste oluştu bilmiyorum, pesimistliğim mi üstümde ne. Eminim neden bu yazı yazılıp bu listenin oluşturulduğu da sorulacak. Buradan söyleyeyim bilmiyorum :s

17 Eylül 2011 Cumartesi

yağmur çiseliyor

İdama giderken söylenecek anlamlı şiir...

son arzum

Nilüfer'in süper yorumu ve etkili sözleri olan bu şarkının Çağan Irmak tarafından tam yerinde kullanılması örneği...



Gelse bile son günüm
Koluna alsa ölüm
Gözlerimin önünde
Seninle geçen günüm

Senden sonra kalbimi
Sevgilere kapadım
Ben seninle o günü
Bin yıl gibi yaşadım

Son arzun nedir diye
Gelip de bana sorsalar
Gözlerime bakıp da
Herşeyi anlasalar

Açık gitmez gözlerim
Ölsem bile sevgilim
Kulaklarımda çınlıyor
Beni anlatan sözlerin

Aşkıma hiç dokunma
Bırak öylece kalsın
Gerçek sevgi ne imiş
Bilmeyenler anlasın

28 Ağustos 2011 Pazar

Boğa Burcu

Sabahın köründe bu burç merakı da nerden çıktı be diyebilirsiniz. Hayal ile sabahın erken saatlerinde başlayan mesaj trafiğinde bayram, çikolata, harçlık derken abi abladan doğum gününe ordan da kutsal bilgi kaynağımızda kendi burcumun özelliklerini araştırmam ile başladı. Boğa burcu erkeği ile ilgili 12 sayfa entry girilmiş. Hepsini okumadım tabi de kendi burcum hakkında yazılanları okudukça kasım kasım kasıldım resmen. Vayy be ben neymişim oldum. Gerçekten de birçok yazılan özellik bende mevcut. Cuma yöneticimden iltifat aldım, dün arkadaşımdan, bugünde ekşi sözlüğün nadide yazarlarının bizim hakkımızda yazdıklarını okuyunca gazman oldum resmen Yunanistan öncesi :))

19 Ağustos 2011 Cuma

Güzel İzmir

Eveeet yine bir demir alma vakti geldi çattı. Memleket yolcusu kalmasın dediler gittik :)
Bayramda ailemle birlikte olamayacağım için onları görmeye, helalleşmeye gideyim dedim. Gitmek var dönmek yok sonuçta.

18 Ağustos 2011 Perşembe

...

Boğazınıza bir yumru oturur söyleyecek birşey bulamazsınız ya öyle bir duruma geldim sabahın köründe. Maalesef şehit haberi bir aileye nasıl veriliyor videosu izledim :( Onu çekenin amacı hakkında hiç konuşmuyorum ama gördüklerim, o ailenin yaşadıkları anlatılamaz. Yine anladım saçma sapan şeylere üzüldüğümüzü, kafamıza taktığımızı :( Unutuyoruz, kahretsin. Yaşamadığımız için sanırım. İnşallah da yaşamayız. Şehit ailelerine sabır diliyorum, çok zor.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Yalan


İçten hissederek söylediğim sayılı şarkılardandır "Yalan". Araf'taki kopkop gecelerimizden birinde tanıştığım bir İran'lının sonraki görüşmemizde söylediği şeyi yazsam kafi sanırım. "Şarkı ne diyordu hiçbirşey anlamadım ama o kadar güzel ve içten söylüyordun ki, bana gönderir misin o şarkıyı."
Sevgi... Dünyanın en korkunç kelimesi...

kolaya kaçmak


Burdaki gibi bomba patlamasın diye iki telden birini kesmek yerine tavuğu kesenlerden misiniz?
Peki sorarım size neden insan çabalamadan, denemeden, risk almadan, zaten bu olmaz deyip kolay yolu seçer. Kaderimizi bile çizmekten aciz miyiz acaba?

14 Ağustos 2011 Pazar

dubstep

Bir arkadaşım sayesinde adını duyduğum müzik türüdür kendisi. Tamamen bas üzerine kurulu bangır bangır bol gürültülü bişiy :) Dün akşam da dubstep çalan bir mekanda 4'e kadar eğlendik, çoştuk, saçma sapan hareketler ile oynadık :) Mekandaki sesin acayip yüksekliği ve bas'tan her yeriniz titriyor resmen. Kulaklara zararı çoktur kesin de, büyük ihtimal vücuda da zararı vardır o ortamın. Yine olsa yine gider misin diye sorarsanız: Galiba evet :)


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Sevmek Neymiş Bir Gün Anlarsın

Uykuların kaçar geceleri
Bir türlü sabah olmayı bilmez
Dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
Onun unutamadığın hayali
Sigaradan derin bir nefes çekmişcesine dolar içine
Sevmek neymiş birgün anlarsın

Birgün anlarsın aslında herşeyin boş olduğunu
Şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin
Gün gelirde sesini bir kerecik duymak için
Vurursun başını soğuk taş duvarlara
Büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
Duyarsın
Ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
Sevmek neymiş birgün anlarsın

Birgün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
Niçin yaratıldığını
Bu igrenç dünyaya neden geldiğini
Uzun uzun seyredersinde aynalarda güzelliğini
Boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
Dolar gözlerin için burkulur
Sevmek neymiş birgün anlarsın

Birgün anlarsın sevilen dudakların
Sevilen gözlerin erişilmezliğini
O hiç beklenmeyen saat geldi mi
Düşer saçların önüne ama bembeyaz
Uzanır gökyüzüne ellerin
Ama çaresiz, ama yorgun, ama bitkin
Bir zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
Sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
Sevmek neymiş birgün anlarsın

Birgün anlarsın hayal kurmayı
Beklemeyi
Ümit etmeyi
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi
Lanet edersin yaşadığına
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
O zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden
Seni Sevdiğimi Birgün Anlarsın...



10 Ağustos 2011 Çarşamba

Taksim'de çalışmak

Şirketinizde insanlar Taksim Tepebaşı'nda çalışıyorlar. Çıkışta İstiklal'e akıyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar, şakalaşıyorlar.. Gebzede ve Maltepedekiler akıllarından geciriyorlar bizim de bi İstiklalimiz olsa bizde çıkışta gezsek dolaşsak.. Taksim niye bize yakın değil diyorlar =)

İlk Tepebaşı'na gelişimde yazmıştım bunu facebook'a. O zamanlar Devlet Bahçeli'nin püskevit videosu revaçtaydı anlayacağınız üzere =)

Bugün yine Taksim'deyim ama o ilk heyecan yok. Belki hayal ile görüşemeyeceğimdendir. Görüşebileceğiz diye sevinmiştim ama hayat acımasız görüşmemizi istemiyor ne yazık ki.

Yunanistan bekle beni

O kadar masraf yaptım, bir sürü belge topladım, koşuşturdum, stres yaptım İngilizce mülakata falan sokacaklar mı acaba diye ama hepsi bitti geçti :) 10 dk lık işmiş sadece. Görevli hızlıca baktı belgelere, nerede kalacaksın, ilk pasaportun mu diye sordu o kadar. Yunanistan çok zor vize veriyor hurafeleri yalan olduğunu anladık, gerçi şuan paraya ihtiyaçları oldukları için de bu kadar çabuk vize veriyor olabilirler. Yarın 2 aylık Schengen vizemi alıyorum...

7 Ağustos 2011 Pazar

Sözün Bittiği Zaman


Bu video mahvetti beni :(( Çocuklar felçi ve kiloları 11 aylık bir bebeğinki ile aynı. Ölmeden önceki son çırpınışları resmen. Videonun sonuna doğru kadın habercinin hıçkırıkları çok etkiledi beni. Sinirlerim bozuldu, kendimden tiksindim, nefret ettim. Çocuklar açlıktan ölürken yaptığım, düşündüğüm, üzüldüğüm şeyler o kadar basit ve boş ki. Ben bir çok yemeği bitirmez ve beğenmez iken onlar yemek bulamıyor. Bunlar yüzden bir çok şeyi haketmiyorum. Şükreden bir insanımdır aslında ama arada unutuyorum işte. Hayat acımasız ve adil değil bunu da biliyorum ama kabullenmek de istemiyorum. Bir şeyler yapmalıyız. Afrika yazıp 5601'e 3 sms attım. Para yardımı da yapmayı düşünüyorum. Herkes bu dramın bitmesi için bir el uzatsa belki daha az çocuk ölür.

Çok Aşık


Pinhani'nin doruk noktası benim için. Bir şarkı bu kadar güzel yorumlanabilir ancak. Feridun Düzağaç İyilik Güzellik Spor konserinde Sinan'dan canlı canlı dinlemeye nail olup hayran olduğum şarkı. Tekrar tekrar dinlenesi şey...

Sakız Hanım ile Mahur Bey

çocukluğumun geçtiği o eski mahallede
ası boyalı ahşap eski bir evde otururlardı
sakız hanımla mahur bey
bembeyaz tenli bembeyaz saçlıydı sakız hanım
zaten onun için sakız hanım derdik kendisine
pamuk gibi elleriyle kemençe çalardı
eşi mahur bey önce biraz nazlanır
sonra oda kanunuyla eşlik ederdi sakız hanım'a
beraber meşk ederlerdi
yaz akşamlarında açılırdı perdeler
yorgun ellerinden
dökülürdü nağmeler
2 yıl kadar oluyor önce kanun sustu o eski evde
bir kaç ay sonra da kemençe
ve ası boyalı ahşap evin perdeleri
bir daha açılmamak üzere kapandı
evin satılacağı söylentileri başlayınca gittim
içeri girdiğimde eski bir koltuğun üstünde
boynu bükük bir kanun
ve kanunun göğsüne yaslanmış mahsun kemençeyi gördüm
bizi rahatsız etmeyin der gibiydiler
kıyamadım
uzaklaştım
mahur bey susunca kapandı perdeler
sakız hanımla bitti o hüzünlü nağmeler

Bu aralar sürekli dinleyesimin geldiği rahmetli Barış Manço'nun şarkısı. O perdelerin kapanması, önce kanunun ardından da kemençenin susuşu, boş koltuklar akla gelir dertlenilir bu şarkıda. Yüreğime bir karamsarlık çöküyor, yaşlılığımı düşünmeye başlıyorum, böyle Sakız Hanım ile Mahur Bey'in aşkı gibi bir aşka sahip olamayacağımı anlayıp hüzünleniyorum.


17 Temmuz 2011 Pazar

The Stonning of Soraya M.

Arkadaşıma önermiştim dün bu filmi izlemesi için bugün izlemiş ve bana söylediği şey: “resmen dağıldım, hayatında sövmediği kadar sövdüm, bu zihniyette yaşayan insanların var olduğunu bilmek kanımı donduruyor”

Bende izlediğim zamanki duygularımı anlatmak ve film hakkında biraz bilgi vermek istedim.Kocası tarafından iftiraya uğrayan Süreyya’nın recm kanunu gereği taşlanarak öldürülmesinin hikayesi, gerçek bir hikaye ayrıca.

Evde tek başımayken izlemiştim ve film bittiğinde moralman sıfırdım, bir süre nefret ve kızgınlık dışında başka birşey hissedemedim. İzlediklerime anlam veremiyordum,nasıl gerçek bir hikaye olabilir diyordum. Hazmedilmesi zor bir film.

İzlerken o kadar çok ağladım, o kadar çok kızdım ve küfür ettim ki anlatamam. İnsanlara, erkekliğime, her şeye lanet ettim resmen, isyan doluydum. Şeriati savunanlara, bu acımasızlığı yapanlara küfürler yağdırıyordum. Filmin büyük bi çoğunluğunda "orospu çocukları" dedim herhalde. İran'dan İranlılardan nefret ettim o an.

Film boyunca islam'ı, kadının ve erkeğin yerini, en basitinden kadın ile erkeğin şahitliğinin nasıl sayılabileceği anlatılıyor. Film bittikten, az biraz kendime geldikten sonra hemen recm'i, kur'an-ı kerim'de geçip geçmediğini araştırdım. Böyle bi cezayı Allah istemiş olamaz dedim sürekli. Kur'an-ı Kerim'e göre zinanın cezası kesinlikle recm değil!!

Filmin en can alıcı, insanı en çok ağlatan yeri taşlama sahnesi tabiki. Süreyya'ya son sözleri sorulduğunda cevabı şöyle oluyor: "Bunu bana nasıl yapabildiniz? Sizler benim dostum, arkadaşlarımdınız. Birlikte aynı sofraya oturduk, aynı yemekten yedik. Sen benim babamdın, sizler benim oğullarımdınız, sen benim kocamdın! Bunu bana nasıl yababildiniz? Bunu herhangi bir insana nasıl yapabiliyorsunuz?" Ağlamayacağına söz veren Süreyya'nın o alnını resmen delen taş darbesi ile hıçkırarak ağlamaya başlaması insanın kalbini acıtıyor.

15 Temmuz 2011 Cuma

The Kite Runner

Türkçe'ye "Uçurtma Avcısı" olarak çevrilen Khaled Hosseini’nin ilk romanı. Afganistan ve Amerika’da geçen,  1970’lerden 2000’lere kadar süren bir dönem anlatılıyor. Yazarın anlatımının su gibi oluşundan kitabı elinizden bırakamıyorsunuz bir çırpıda bitiriyorsunuz. Olaylar kafanızda o kadar net canlanıyor ki severek, hüzünlenerek, yeri geldiğinde de küfür ederek kitabı hemen bitiriyorsunuz.

Afganistan'da doğan iki çocuğun hikayesiyle başlayan kitabın ortalarına doğru, çok kötü birşey oluyor. "hayatın acı bir gerçeği"  deyip bunu kabullenmenin çok saçma olduğunu düşündüğüm çocuk tecavüzünü yazar size anlatırken gözlerinizden yaşlar akıyor, küfürlerinizi ve lanetlerinizi de saydırıyorsunuz.

Yine kitabın sonlarında Sohrab’ın başına gelenleri okurken içiniz kıyılıyor, buna müdahale etmek, haykırmak geliyor içinizden. İçinizin kıyılmasına sebep olan cümle ise:

Minik Sohrab dansöz kıyafeti içinde, gözlerine sürme çekilmiş, bileklerinde ziller, ürkek bakışlarını ayaklarına çevirmiş, kendi etrafında dönüyor, beceriksizce kıvırmaya çalışıyor...

Bu anlatılanları okuyunca yaşadığınız dünyayı, herşeyi sorgulamaya başlıyorsunuz. 

Kitabı okumayanların çok beğendiği filmi ise benim için tam bir fiyaskoydu. Emir'in ülkesine ve geçmişine özlemi, babasının popülerliği ve karizması altında ezilen kişiliğiyle ve kendisiyle hesaplaşması  kitap da mükemmel şekilde anlatılırken, filmde çok yüzeyseldi. Gerçi sinemada nasıl anlatılırdı bilmiyorum.  Çok önemli bazı olaylar değinilmemişken, bazıları da çok yüzeysel olarak anlatıldığı için filme verdiğim puan kötü.

The Cranberries



1998 yılında The Cranberry Saw Us adıyla kurulan İrlandalı alternatif rock grubu. 2003 yılından 2009 yılına kadar grup dağılmasına rağmen sonra tekrar birleşip hayranlarını sevindirdiler.
Süper vokalist Dolores, süper müzik ve süper şarkı sözleri ile tam anlamıyla mükemmel kavramını kullanılabileceğiniz bir grup.
Dolores'in muhteşem sesiyle her şarkısını ayrı bir zevk alarak dinlediğim, her türlü ruh haline uygun(yeri geldiğinde neşelendiren, yeri geldiğinde hüzünlendiren) şarkıları bulunan grup.
22 Temmuz'da İstanbul'daki konserlerine gitmeye nail oldum. Dolores'i görünce afallamamak, aşık olmamak elde değil. Dolores sen nasıl bir insansın diyorsun resmen.

Konser sırasında el kol sallamaları, zıplayışları, sahnede oradan oraya koşturuşları, garip garip dansları, robot gibi hareketleri falan resmen içi içine sığmayan bir çocuk gibiydi, o yaşta olmasına rağmen.
Ve tabi ki sesi, bildiğin canlı ses ile kasetlerindeki ses birebir aynı, hiç oynanmamış. Hatta canlı performans çok çok daha iyi. Neden back vokal kullanmaya gerek duymadığının kanıtıydı bu konser.
Kuyruk işkencesine, küçük çiftlik parkın bunaltıcı atmosferine, sahnenin kötü konumuna rağmen çok güzel bir konserdi.
Çok eğlendik, çoştuk, zıpladık, söyledik şarkılarını. Tek kelimeyle mükemmeldi. Ölmeden yapılması gerekenler listesinde canlı dinlemesi gereken grup.
Bu konserden sonra "Animal Instinct"i her son ses dinlediğimde konser aklıma geliyor ve tekrar konser olsun da akşama gideyim istiyorum.